Gençlik ve Güzellik - Kısım I


Aldo, kentin şövalyesi olmaya gönüllü on dokuz yaşında bir delikanlıydı. Takvimler İsa’nın doğumundan 1154 sene sonrasını gösteriyordu. Roma’nın Crespi kentinde, Kanicelli Manastırına bir mil uzaklıktaki evinden çıktığında gökyüzünü karanlık bulutlar sarmaya başlamıştı. Günler yağmursuz ve kurak geçse de, şehrin semalarında karanlık bulutların seferi bitmek bilmiyordu. Eskimiş taş yollar, evlerin bahçelerini saran taştan oyma gri yapılar, gökyüzündeki karanlıkla bütünleşip insanın ruhuna ıstırap veren bir görüntü oluşturuyordu. İnsanlar bu duruma alışmış olsa da güneşi özleyenler de vardı içlerinde. Aldo onlardan biriydi. Her gün ormana gidip yaban çilekleri toplar, bazen at üstünde gördüğü şövalyelere imrenip derin düşlere dalardı. Göl kenarında uyuyakaldığı vakitlerdeyse genelde köylüler tarafından rahatsız edilirdi. 

Yine böyle kapalı ve kasvetli bir Roma gününde, evinden çıkmak için pançosunu aldı üstüne genç Aldo. O, doğduğu günden beri Roma’da güneşli bir gün görmemişti. Yalnız güneş değil, merhamet de gizliyordu kendisini bu kentten. Caddeleri boydan boya günaşırı gezen muhafızlar, kolcular ve öte yandan simsiyah ihramlara bürünmüş donuk bakışlı rahiplerin toplu halde halkı teftişe çıkması, Aldo’nun güneşini örten sebeplerden yalnızca birkaçıydı.
Onun, evden çıktığında gidebileceği yerler kısıtlıydı. Ya ormana veya göle gider, ya pazara gider veyahut çarşıda gelip geçen süvarileri ve şövalyeleri izlemek için kentin işlek caddelerine kurulurdu akşama kadar. O gün pazara gitmeye karar vermişti.
Aldo evinden çıkıp kentin ortasında kurulan pazara geldiğinde cebinde yalnız üç şilin vardı. Bununla pek bir şey alamayacağını düşünüp ormana gitmeye karar verdi. Böylelikle yaban çileği toplayabilir, dönüşte de pazardaki kalabalık dağılmış olacağından daha ucuza bir şeyler bulabilirdi. Yeni bir pançoya, bir bal kabağına ve biraz da yumurtaya ihtiyacı vardı.

Aldo, dilinde baharı müjdeleyen neşeli bir ıslıkla yola düşmüşken, ormana vardığında toplayacağı çilekleri düşünüyordu. İyimser ve yardımsever bir gençti Aldo. Hayattan beklentisi az ve özdü. Gençlik, yakışıyordu onun neşeli ve sıcakkanlı tavırlarına. Yolu henüz yarılamışken, yol üstünde bir bahçede güzel bir kadının bahçe işleriyle uğraştığını gördü. Kapıya yaklaşıp öylece kadını izledi. Elini, boyunun yarısına erişen çitlerin üzerine koymuş, bedenini de bu çitlere yaslamıştı. İzlediği kadın kısa ve düz saçlarıyla, beyaz tenli güzel yüzüyle Aldo’nun dikkatini çekmişti. Bahçede çalışırken bile güzel giyinmekten imtina etmeyen ve şuh bakışları olan güler yüzlü bir kadındı bu. Kibar bir dille yardım teklif etti Aldo. Tabii evvela kendini tanıtarak girdi söze:

-Merhaba, Meryemin ruhu sizinle olsun. İsmim Alderney. Sadece yoldan geçiyordum ve çalışmanıza rastladım. Size yardım etmek isterim, yorulmuşsunuzdur.

Fular olarak kullandığı bez parçasını boynundan çıkarıp doğruldu kadın. Yorulmuştu gerçekten. Boynundaki ve sırtındaki küçük ter damlarcıklarını hissedebiliyordu. Sağ elinin tersiyle alnını sıyırıp parmak uçlarıyla saçlarını düzeltti:

-Merhaba delikanlı, dedi. İsmim Rosanna. Yardımcı olmak istersen tek bir şilin bile verecek durumda değilim, iyilik için yaparsan senin için dua edebilirim yalnızca. Ve giderken biraz taze meyve verebilirim.

-Sorun yok leydi Rosa, dedi Aldo. Size karşılıksız yardım etmek isterim.
Peki delikanlı, dedi Rosanna. Tanrı yol göstericin olsun.

Aldo bu yardımı gerçekten de sadece içinden geldiği için teklif etmişti. Ama Rosa’nın güzelliğine de bakmaktan alamıyordu kendini. Gençlik, güzelliğin karşısında bir mum gibiydi adeta o kısacık anda. Bütün varlığıyla ışık saçan fakat her saniye eriyen bir mum.


Onlar bahçede birlikte toprakla uğraşırlarken dört kişilik muhafız grubu bahçenin önünde durup çamura batmış çizmeleriyle çitleri tekmeleyip bahçeye girdiler. Aldo, kendini öne atıp ne olduğunu sormaya yeltense de onu bir hamleyle susturup yere yatırdılar.
Rosanna! Diye haykırdı muhafızlardan biri. ‘Senin bu evde veya herhangi bir yerde evli olmadığın bir erkekle bir arada bulunmak yasak değil mi? Tıpkı diğer bütün dul ve bekar kadınlar gibi!’
Rosa, durumu anlatmaya çalışıp Aldo’nun henüz çocuk olduğunu söylemeye çalışsa da, muhafızların katı kilise kurallarına sadık kalacağı belliydi. İkisini de birer suçlu gibi bağlayıp manastıra kadar sürüklediler.
Rosa’nın feryatları Aldo’nun pişmanlığına karışmıştı. Ama her şey için çok geçti artık. Kilisenin ve dini vecibeleri yerine getirmekle mükellef başrahibin insafı yoktu. Üstelik bu vecibeler, hukuku da içinde barındırıyordu.
Muhafızların manastıra verdiği bilgiye göre Aldo ve Rosa zina yaparken yakalanmışlardı. Bunun cezası her ikisi için de işkence ve ölüm demekti.

Kilisede mahkeme kurulmuş ve rahipler yerlerini almıştı. Kadınların cadı, fahişe, büyücü veya şeytan olarak kabul edildiği bir çağdı bu ve bu durumda Rosa’nın pek şansı yoktu. Başrahibin kalın ve şefkatten yoksun sesiyle mahkeme başlamıştı. Başrahip, suçları zina olarak görülen bu genç delikanlı ve dul kadının, ayrıca toplum düzenini bozmak, kilisenin kurallarına karşı gelmek ve kutsal ruhu hiçe sayıp şeytana hizmet etmekten suçlu bulunmasını talep etmişti. Bu suçların bir affı yoktu ve ikisi de aforoz edilip idam edilecekti. Başrahip oturduğu yerden kalkıp rahiplerin onayını almak için bu suçların cezasını okudu:

‘Şeytana ruhunu satan bu iki günahkarın aforoz edilip idam edilmelerini talep ediyorum.’
12 rahip bu talebi kabul ettiklerini bildirmek için ellerini havaya kaldırıp istavroz çıkardılar. Ancak 13. rahip olan Aziz Marcellius ki aynı zamanda manastırın en genç ve en toy rahibiydi, bu suçların kesinleşmeden böylesi kararların verilmemesi gerektiğini söyledi. Bu kararların, insanları kiliseye düşmanlaştırıp İsa’dan uzaklaştıracağını düşünmüştü ve şöyle dedi: ‘Toplumun kafirleşip manastıra düşman kesilmesini istemeyiz.’ Genç rahip bunları söylerken kilisede daima var olan karanlık daha da şiddetlenmiş, bu derûni karanlık diğer 12 rahibin gözlerinde son bulmuştu. Bir dakikalık sessizliği bozan manastırın penceresine tünemiş olan simsiyah bir karganın çığlığı oldu. Başrahip haykırdı sonra: ‘ Evet! Toplumun kafirleşmesini engellemek istiyorsak şeytanın yuva kurduğu bu kalpleri yakıp kül etmeliyiz. Bu bedenler işkenceyi hak ediyor Aziz Marcelius! Lütfen yerinize oturun ve kilisenin itibarını daha fazla gölgelemeyin.’
En azından, dedi genç rahip: ‘En azından birer dindar olarak ölmelerine müsaade edelim. Aforoz etmeden günahlarının bağışlanmasını dileyip öyle idam edelim. Her şey muallakta iken ve ruhlar böylesine derinden can çekişiyorken onları aforoz edip öldüremeyiz.’ Manastırda birden fısıldaşmalar ve uğultu peyda oldu. Elindeki tokmakla masaya vurup sükuneti sağladı başrahip. Sessizleşen ortamda şimdi duyulan tek şey Rosa’nın hıçkırıklarıydı. Kolları arkadan birbirine bağlıydı Aldo ve Rosa’nın. Ve ikisini de sırt sırta bağlamışlardı. Mahkeme esnasında göz göze gelmeleri dahi yasaklanmıştı. Şeytanın bir yolunu bulup gözlerden kalbe tekrar girmesini engellemişti kilise böylece.

Başrahip diğer oniki rahibe dönüp günah çıkarma işlemi için fikirlerini sordu. Fikir ayrılıkları olsa da genç rahibe hak verenler çoğunluktaydı. Başrahip nihai kararını açıkladı: ‘ İşlediği günahlar ruhunu, bedenini ve bedenindeki her bir uzvu saran bu iki günahkarın aforoz edilmeden idam edilmesine; idam edilmeden önce yedi büyük günahın bedenden ve ruhtan arındırılması adına yedi gün boyunca işkence edilmesine ve sekizinci gün tanrımızın saf birer müridi olarak idam edilmelerine karar verilmiştir! Tanrı bu iki günahkar kulunu bağışlasın ve ışığıyla müjdelesin.’


Rosa’nın haykırışları manastırda yankılanırken, başrahip kararını çoktan vermişti. Üstelik zavallı Rosa’nın dul bir kadın; Aldo’nun da genç bir delikanlı olması, zina yaptıklarına dair algıyı perçinliyordu rahiplerin gözünde. O an ilahi bir ses bile yankılansa göklerden, kilisenin kurallarına ve rahiplerin kararlarına diyecek hiçbir şey yoktu. Alderney hâlen bir şok halinde, pişmanlık içinde Matta’dan dualar okuyordu sessizce:

‘ Maddi ve manevi ihtiyaçları için Allah’a güvenenlere ne mutlu! Başkalarına merhamet edenlere ne mutlu! Çünkü onlar merhamet bulacaklar. Kalbi temiz olanlara ne mutlu! Çünkü onlar Allah’ı görecekler.’ Luka 6: 20-23

Ve gün verildi. On dört nisan 1154 tarihinde bu iki günahkâr, işkenceyle günahtan arındırılmış bedenlerince çarmıha gerilecekti. Henüz sekiz gün vardı bu ölüm merasimine. Yedi gün boyunca her bir büyük günah için çeşitli işkencelerle ruh arındırılacaktı. Sekizinci günse halkın izlemekten büyük keyif aldığı idam töreni gerçekleşecekti. Manastırın buyruğu bu şekildeydi.
Tarih 6 Nisan 1154’ü gösteriyordu. Ertesi gün şafakla birlikte işkencelere başlanacaktı.

Manastırda her sabah şafakla birlikte ayin yapılır; daha sonra rahipler kütüphanede toplanıp Matta üzerine düşünüp imanlarını pekiştirirdi. Fakat 6 Nisan sabahı ayin yapılmadı. Her sabah kendini tekrar eden rutin dualar yankılanmadı manastırın içinde. O sabah hiçbir rahip kütüphaneye de uğramadı.

Aziz Marcelius, henüz şafak sökmeden Rosa’yı kilitli bulunduğu odadan çıkarıp hiç kimseye görünmeden, manastırın iki mil uzağındaki ormanda bir kulübeye götürmüştü. Ancak manastıra döndüğünde onu uyanık gören bir rahip vardı: rahip Cernius. Cernius, mahkeme esnasında iki mahkumun da aforoz edilmesini isteyen ve vahşi bir şekilde öldürülmelerini talep eden rahiplerden biriydi. Genç rahip aziz Marcelius’a bu saatte neden uyanık olduğunu sorunca, Marcelius ‘Tanrı’ya günahlarımızın bağışlanması adına dua etmek için böldüm uykumu aziz kardeşim’ cevabını vermişti. Aziz Marcelius’un bu cevabında herhangi bir şüphe sezmeyen rahip Cernius şöyle dedi: ‘Öyleyse gel kardeşim! Gel ve birlikte dua edelim, ta ki ruhumuz henüz doğmayan güneşten Tanrı’nın ışığını alıncaya dek.’ Aziz Marcelius’un planı Alderney’i de manastırdan kaçırmaktı. Bunu gündüz vakti yapması olanaksızdı. Havanın kararmasını bekleyecek zamanı da yoktu çünkü şafakla birlikte bütün rahipler uyanacak ve Rosanna’nın da odasında olmadığı anlaşılacaktı. Bütün planları altüst olmuştu bu durumda.

Yaptığı şeyin doğru olduğuna; her nedense bu iki mahkumun da suçsuz olduğuna inanıyordu. Rosa’yı götürdüğü kulübe, genç rahibin merhum babasından kendisine kalan yegane arazi parçasıydı. Bütün benliğini tanrıya adamak için gelmişti manastıra Aziz Marcelius. Ancak kilisedeki adaletsizliği ve karanlığı gördükçe manastırdan ve oradaki insanlardan soğumuş; tanrıya daha münzevi bir yaşantıyla yaklaşmak duygusu kalbinde peyda olmuştu. Hâl böyleyken, bu iki günahsız insanın tanrı tarafından kendisine gönderilen birer lütuf olduğunu düşünmüştü. Onları manastırın karanlığından kurtarıp özgürlüğe kavuşturacak ve kendi de bu karanlığın bir parçası olmaya son verecekti. Gerçek özgürlük, tanrının istekleri doğrultusunda yaşamaktı ona göre. Oysa onun manastırda gördüğü, tanrının buyruklarından ziyade, şeytanın fikirleriyle yaşayan bir avuç insandı.


Aziz Marcelius, dua esnasında Alderney’i düşünmüş, onu tutsaklıktan ve ölümden kurtarıp özgürlüğüne kavuşturmanın bir yolunu bulmuştu. Portikosun* üstünde yanan mumlardan birini almış, manastırda dua ettikleri esnada rahip Cernius’un siyah, yekpare kıyafetini tutuşturmuş ve Cernius’un bir panikle bütün manastırı ayağa kaldırıp haykırarak ateşler içinde can vermesine sebep olmuştu. Rahip Cernius’un çığlıkları öylesine güçlüydü ki, manastırdaki bütün rahipler bir anda çığlıkların olduğu tarafa doğru toplanmış; Cernius’u yanarken görünce dehşet içinde her biri istavroz çıkarıp şeytanın manastıra musallat olduğuna hükmetmişlerdi. Her biri kovulmuş şeytanın şerrinden tanrıya sığınıp korku dolu gözlerle Cernius’u izlerken, aziz Marcelius çoktan Alderney’in tutulduğu odaya ulaşıp onu özgür kılmak için manastırın gizli geçidinden onunla birlikte dışarı çıkmıştı. Cernius’un bedeninin derhal ortadan kaldırılmasını emreden başrahip, bir an için Marcelius’un orada olmadığını fark etti ve rahiplere sert bir tavırla genç rahibin nerede olduğunu sordu. Ortalığı kaplayan sessizliğin ardından mahkumların odasına koşan başrahip, tutsakların yerinde olmadığını görünce Marcelius’un manastıra ihanet ettiğini anlayıp mahkumların ve Marcelius’un yakalanması için kilise emri çıkardı. Biri aziz, bir diğeri hayalperest olan iki genç şafak sökerken ormana varmış; kulübeye yaklaşmışlardı.

Gençliği ölüme sürükleyen güzellik, şimdi ölümden kurtuluşun yarattığı yaşam dolu bir dostlukla sarılmak üzereydi gençliğe. Alderney için bu şafakla birlikte ilk kez güneş doğmuştu Roma’nın üzerine.  

***


*Kilisenin kenarlarında yer alan korkuluk, niş.


Yorumlar

  1. Sonsuza dek mutlu mu olmuşlar :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hayır ne münasebet :) 1. bölüm bu. Serinin devamı için reytingleri kontrol edeceğim (: Olur da reyting rekorları kırarsa aynı kadroyla devam etmeyi düşünüyorum (:

      Sil
    2. Reyting diyosun :D Bu okuduğum bana Anya Seton'un Yeşil Karanlık romanını anımsattı. Onun da böyle değişik bir havası var içine çekiyor. Yalnız biraz daha duygu katarsan 2.bölümü bekliyorum :))

      Sil
    3. Evet sözü geçen romanla benzer tarafları var bu öykünün ancak hikayelerin geçtiği zaman dilimleri farklı. Dolayısıyla Seton'un hikayesinde teokrasinin izleri silinmeye başlamış; nihayetinde rönesans ve reform fikirleriyle bütünüyle silinmişti.

      Hikayedeki duygu eksikliğine gelirsek; bu aslında tamamen o dönemin koşulları hasebiyle meydana gelen bir durum. Anti-tez tekniğiyle rahip-gençlik-güzellik üçlemesi arasında bir duygu, bir bağ yakalamaya çalıştım ama o karanlık çağda görünen kısım bu kadar oldu :))) İkinci kısımda bu duygu ve bağ daha yoğun ve görünür olacak doğal olarak. Öte yandan ikinci kısmı benden bile daha çok bekliyor olman duygulandırdı :))) Teşekkürler, eksik olma :):))

      Sil
    4. Aşkın, sevdanın karanlık çağa gelmiş olma durumu bu duyguları farklı kılmaz, yaşanıyorsa tek dilde. 2.bölüm için bekliyorum ama acele etme güzel şeyler çıksın ♡

      Sil
    5. Tamamdır, çok teşekkür ederim (:

      Sil
    6. Reytingler mi ^)

      Sil
    7. Cevap da yok 2. bölüm de .d Çok bekletmediniz mi sayın yazar :)

      Sil
    8. Çok özür dilerim bildirim gelmediğinden yorumunuzu görmemişim. Hikayenin ikinci kısmı kurgusal olarak bitti fakat editöryel dokunuşlarla tasarlanma aşamasında henüz. (: Reytingler oldukça yüksek. Tek bir kişinin dahi merak edip sorması yeterli benim için (: Bu arada Anya Seton'un romanını anımsattığı kadar Umberto Eco'nun Gülün Adı isimli romanını da anımsatabilirdi bu hikaye size. Şayet benim gibi ortaçağa dair ilginiz ve merakınız varsa, Gülün Adı'nı çok seversiniz.

      Sil
  2. Merakla bekliyorum o halde :) Yeşil Karanlık'ı okuyalı yıllar yıllar oldu tabi ama yine de hatrımda ve iz bırakanlar arasında olduğundan ilgimi çekti yazınız. Gülün Adı'nı okumadım, tavsiye için teşekkür ederim, uzun soluklu ama okumaya değer sanıyorum. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gülün Adı, Yeşil Karanlık romanına göre biraz daha spesifik ve detaylı. Daha çok Latince terim barındırıyor ve bu da okuyucuyu bir yerden sonra yormaya başlıyor. Yani benim okuduğum çeviri öyleydi en azından. Sinemasever biriyseniz Gülün Adı beyazperdeye de uyarlandı 1986'da, izleyebilirsiniz. Sean Connery'nin performansı mükemmeldi. Öte yandan filmde de tıpkı romanda olduğu gibi ortaçağın ortaçağın mistik ve karanlık havası yalın bir gerçeklikle yansıtılmış.

      Sil
    2. Tavsiye üzerine 20 dk izledim pek sarmadı.d Neyse ben 2.bölümü bekleyeyim :)

      Sil
    3. Sevgili okur, bu aralar ruhen ve bedenen çok zor günlerden geçiyorum. İkinci bölümün gelmesi birkaç gün daha sürebilir

      Sil
    4. Umarım en kısa sürede sağlığınıza kavuşursunuz :|

      Sil

Yorum Gönder

Küllenenler

Sen Olsaydın

Mübeccel