Kayıtlar

ikindi

hayat güzün bir ikindi vakti gibi solgun ve sessiz yüzümde aldanışların izi, fecirde yıldızların umut koması, iç burkan tahliller, buruşturulmadan kenara katlanmış eski yapraklar. her birinde bir izi hatıralarımın hiç kimseler bilmeyecek sahibini kapılarımın kapılar insana durmaksızın hatırlatıp yalnızlığını çalmaksızın bir yabancı eliyle bile hiç kimseler demeyecek 'bir ikindi böylesi sessiz  ve bir ikindi daha böylesi solgun geçmeyecek' oysa hayat ta kendisi  solgun  ve sessiz bir ikindi zamanının. 

rüyalarını satamayan adam

alemlerin içinde ve aynaların dışında, yarı uykulu yarı uyanık garip bir arafta, aklı bulandırıp kalbe şehvetler veren, kalabalık ve karanlık bir aşk pazarında  bir rüyayı pazarlamak için uyanmıştı o gün. verebilirdi ellerini,  ondan rüyasını koparıp alacak birine. gönlünü, ruhunu tüm benliğini de. her sabah böyle uyanıp satamadan rüyasını yahut takas edebileceği bir hakikat bulamadan dönerdi evine gün sonunda yine. seneler devrederken birini bir diğerine biriken bir sakal gibi umutsuz yüzde öylece birikti rüyaları yorgun ellerinde. alemlerin içinde ve aynaların dışında, yarı uykulu yarı uyanık garip bir arafta, hakikate karışan bir rüyanın içinde, bir son buldu pazarlık, bitti bekleyişler; bir elinde rüyalar diğerinde revolver.

limanda

deniz feneri, ıssız bir liman ve sesleri albatrosların orada sırtım dünyaya dönük, yüzümse sana denizden yükselirken bir ince, bir tatlı hava sevgilim, kokunu getiren rüzgarı duyumsarım. orada biçim bulur huzur, denizle iç içe hafifçe gelip giden dalgalar, güneşin akisleri göğün dinginliği altında yalnız bir beden bir garip düş içinde ellerine uzanırım.

boşunalık

yeni bir yol arayışı içinde bazen kaybedilir tüm bilinen yollar. hayat bazen tepetaklak gider böyle. zaman ve plan denkleminde yolunda giden hiçbir şey olmaz. olmaksızın tek bir olumlu eylem, hayat kurumuş bir nehir yatağı gibi tüm işlevini yitirebilir. ta ki soluksuz yağmurlar bu nehir yatağını coştursun.  beklemek, planın bir parçası olmasa da hayata dahildir bazen. beklenen, gelmesi mümkün olmayan yollardan gelmiyorsa şayet katlanılabilir. sedef kaplı mercan resiflerden, söğütle bezeli yeşil bir diyardan veyahut sessiz bir beldeden uzak kalarak tebelleş olduğumuz bu bekleyişler de birer mesele haline geldi. hayat, biz beklerken akıp giden midir yahut bekleyişimizin kendisi mi, bekleyiş nihayete ermeden bilemiyoruz.  fakat bildiğimiz bir şey var ki ismiyle müsemma nice yalnızlığın barındığı içimizde peşimizi bırakmayan bir buruk his, ruhumuzu tırmalayan katı bir boşunalık duygusu her gün hatırlatıyor kendini. boşuna adım atıyor, boşuna adım bekliyoruz. üstelik her adım başın...

yitirmeye ve yitmeye dair

yaşam, amacını ve yönünü yitirdi  çünkü bir şeyler yitip gitti içimde. ne geri getirecek takatim  ne hevesim ne de arzularım... her birini yitirdim;  mahzun bir aldanışın peşinde. yanılsamalarla dolu bir ömrün,  yıkıntılarla örülü günlerinde hiçbir şey olmamış gibi hiçbir şey hissedilmemiş gibi her zaman yaptığım şeyleri -zaman ödün vermezken muntazam akışından- yitirdim keskin bir biçimde. muhtelif belirsizlik puslu gecelerde. uzun, soğuk kış gecelerinde. aydındı gün bir zamanlar. ses vardı caddelerde ve bahçelerde yağmur oysa şimdi her biri yitik uzaklarda bir yerlerde. 

ihya

sayısız yıldız parlıyor gökyüzünde ve aydınlatıyor yeryüzünü titreşerek. ömrüm, her gece gözlerinden alır ışığını, en karanlık ve umutsuz saniyelerde. ki gözbebeklerin rehberimdir; safiyetle yürünecek bir yoldur, narin yaprakların döküldüğü ince bahçedir, yıldızların öykündüğü tatlı gecedir, ihya eder gönlümü izbe köşelerde.  

inci dakikaları

dakikalar birer inci sense kadranı yaşantımın. çiziktirip buruşturarak hayatın verdiği o beyaz kağıdı, bilinmeze akan ırmaklara bırakarak somurtarak o şen kalabalık arasında küskün ruhumu teskinden uzak ve batık gemilerden umudu kesmiş  konuşarak kendimle tenhalarda bazen hüzün bulurum bazen sevinci yağmurlar altında ve güneşe karşı... yaşıyorum  ve sen kadranı yaşantımın dakikalar içinde birer inci. 

boşluk

kısa süreli açar ve solarız bizler kuzeyin çocukları, yerel bitkiler gibi öylesine kasvetlidir ki yaşamımız sanki gri ufukta bir kış güneşi... m. lermontov              Neyle doldurur insan içindeki boşluğu? Dingin bir yaz günü, güneş, hüzün veren vedasıyla kızıl yalnızlıklar saçarken ufkumuza ve sunarken ruhumuza anıları aydınlık bir gün gibi, içinde bulunduğu kasvetli karanlığa karşı neyle savaşır insan? Bir inanca sarılıp - sürdürdüğü yaşamın bir yerden sonra tekrar başlayacağına dair bir inanç- günleri, birbirinin kopyası olan günleri, hızlı hızlı geçirerek bir sona ve bir başlangıca varmayı umut ederek yaşamayı alışkanlık haline getiren insanın kalbindeki boşluk neyle doldurulabilir?  İlahi yazgı, yararsız dudaklar, neticesiz vaatler, duraksız hatalar...  Hayat akıp gider tüm bunları derinlerde saklayan bulanık bir nehir gibi. Ve o bitimsiz boşluk baki kalır bütün eylemlerimizin içinde.  İnsanın savaşı, doğduğu an mı başlar yoksa sa...

siyah

*** sessiz bir radyoya istek şarkılar, ölü adamın telsizine cevap, değersiz hislere biçilemeyen paha ve nihayetinde yapma çiçekler vitrininde  son bulan bir gün daha. güller kırmızı, gök mavi, kalbim siyah. ***

buruk

ne kısadır yaz ve kışlar ne kadar uzun benzer sevinci insanın o kısacık yazlara hüznüyse öykünmüştür bitmeyen bir kışa ateşten küle döneriz ortasında yolumuzun öldürmez içimizde bazen atmakta olan kalbi ne bir hançer ne bir kılıç ne de bir silah yalnız bir söz, küçük bir an, bir buruk hatıra son verir yaşamına yorgun ruhumuzun

An

an gelir  meyleder durmaya saatler yok eder içindeki zamanın akışını hapsolurum donuk saatlerin arasına izlerim güneşin günleri yakışını. sonra  yıkık bir duvara yaslanıp  kan kusarken bir köşede   kalbimdeki hançer paslanırken kanımda söner parlayan dünyanın ışığı içimde. an gelir  gelmez olur beklenen hiçbir an.

Gül Kuşanıp Yara Açan Bir Yüzyılın Hüzün Veren Yankısı

kısalmakta günler, gecelerse pek hoyrat böylesi aydın gökyüzünde parçalı tüm bulutlar yürekler soğuk ve ebediyen yalnız yalnız yollar yahut denizler değil  yaratır mesafeyi bazen  yan yanayken bakışlar kalbimmiş meğer kapılarını kapatıp kurumuş çiçek gibi  bir köşeye taktığım zaman zaman rastlaşıp yanıp sönen heyecana öpüşlere, gülüşlere, gözyaşına, anılara... ömrümmüş meğer biten bu şarkı  her birini sessizce ardımda bıraktığım akmasa da kanar ruh ve duymasam da bilirim  keder veren, hüzün doğuran  sözler durur aklınızda. her şeyiyle gül kuşanıp yara açan bir yüzyılda  zor fakat buna da dayanabilirim.

güz

bir sigara, biraz keder, eski bir şarkı işte güz! solmakta yapraklar  ve ölmekte güneş  birdenbire kararırken gündüz. ruh, bir testi yıllarla müteessir. sen gibi bir şaraba hasret, bomboş ve kırık. onarmasa kalbi geçip giden günler; zaman gelmese üstesinden yahut; bir başka deyişle unutmasa insan, her gün bir başka vururdu ayrılık. istenciyle yaşıyorken o eşsiz hazzın, düşlerken onu yalnız gecelerde idrak ederdi insan, sükun dolu hoş bir ömrün  yalnız saadetle mümkün olduğunu. fakat işte güz! hatırlatıyor  her şeyin yitip solduğunu.