Bir Şiirin Sinematografisi
An itibariyle şiire sinematografik bir bakış açısı getiriyorum. İnsan aylak kalınca, şiire, daha önce şiirle bağdaştırılmamış perspektifler katıp onu değişim potasında eritiyor. Ya da tamamen bana öyle geliyor. Aylaklar ne yapar bugün pek fikrim yok. Sıradan delilik öykülerinde kaybolmuş biri olarak söyleyebilirim ki Bukowski gibi bir aylaklık hayatı varsa dışarıdakilerin, o bohem yaşantıya yanaşmak isterdim. Sabahın erken saatlerinde ipekten bir robla elde viskiyle dünyaya sövüp saymak, insanların istek ve arzularını umursamadan aylaklığın keyfini çıkarmak güzel olsa gerek. Ama hali hazırda önünde durduğum pencere Sunset Bulvarına bakmıyor ve ben de Bukowski değilim. Dolayısıyla aylaklığımı şiirle ve şiirsel bir meşguliyetle geçiştireceğim. Kaldı ki her şey bir süre sonra oldukça sıkıcı bir hale dönüşüyor. Monotonlaşan bir yaşamın nöbetçisi olmayı kim ister ki? Her neyse.
Bazı filmler vardır, izledikten sonra filmin outro ekranına öylece bakıp kapanış soundtrackine dalıp gittiğimiz. Film çoktan bitmiştir ama kafamızın içinde çoktan başa sarıp bütün sahneleri tekrar canlandırmışızdır. Bazı şiirler de vardır, okuduğumuz vakit bir tabloymuşçasına zihnimizde beliren manzaralar sunar bize. 19. yüzyılın ortaları ve sonlarında Fransızlar bunu çok iyi yaptı ve bütün Avrupa'ya bu ekolü yaydılar. Bizde de ilk örneklerden en şöhretlisi Cenab Şehabettin'den Elhan-ı Şita şiiriydi. Şairin kar tanelerini tasvir ederken kullandığı kelimeler ve benzetmeler, müzikal bir altyapıyla oluşturduğu şiir biçemi bütünüyle canlı bir manzara hükmündeydi. Ancak ben bugün bir tablo veyahut bir manzaradan ziyade, bir şiirin sinematik akışını ele alacağım. İkisi arasındaki farklardan en temeli ve önemlisi, statik ve kendini tekrarlayan bir manzaradan ziyade, betimlenen sahnelerin art arda dizildiği bir filmin akıcılığı diyebilirim. Tabii şairlerin bu şiirleri yazarken böyle bir amaç gütmediğini söylemekte yarar var, zira en başta da belirttiğim gibi şu an bu perspektifi tükenmez bir can sıkıntısına sunuyorum. Öyleyse hadi Nilgün Marmara'dan Yalnızlık şiirine sinematografik bir bakış atalım.
Çok yalnızım, mutsuzum
göründüğüm gibi değilim aslında
karanlıklarda kaybolmuşum
... bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır
aradıkça batıyorum karanlık kuyulara
kimse duymuyor çığlıklarımı
duyan aldırış etmiyor
çekip kurtarmak istemiyor
bense insanların bu ilgisizliği karşısında ilgiye susamışım
ümidimi yitirmişim
biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim
arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye
veda edeceğim...
İşte gencecik yaşında intiharı seçen Nilgün Marmara'nın hissiyatından birkaç fotoğraf karesi. Ağır ve umutsuz bir Nuri Bilge Ceylan filmi gibi bir girişe sahip Yalnızlık şiirinde, bir kadını (filmdeki karakterimizi), dünyaya sırtını çevirmiş, yalnızlığın ve kederin diyarında umutsuzca yürürken görüyoruz. Film, karakterimizin öne eğik başı ve yavaş adımlarıyla başlıyor. Mutsuzluğun adımlarıyla... Gökyüzü, nazlı ve koyu gri bulutlarla örtülü hafif karanlık, aylardan Ekim ve yağmur ha yağdı ha yağacak. Üzerinde bordo paltosuyla, elleri palto ceplerinde yumruk halinde, gözleri küçücük ayak uçlarına ilişmiş düşünceli bir halde yürüyen kadın.
-'göründüğüm gibi değilim aslında' derken, kalabalık cemiyetler içinde veyahut dostlarıyla birlikteyken esasen onlardan ne kadar uzak olduğunu, ne denli farklı bir ruh haline sahip olduğunu dalıp giden gözleriyle anlatan kadın. Onun buğulu gözlerinde gördüğümüz şey bu dünyaya ait olamama hissi. Uzun soluklu bir yürüyüş ve arayışın umutsuzlukla nihayete ermesiyle, bir gün bütün bu arayışa son vereceğini söylüyor kendi kendine. Yürüyüşüne bir son verip bütün bu varoluşu düşünmek için boş ve kimsesiz bir banka yanaşıyor. Şimdi o bankta oturmuş, gözleriyle bir umudun parıltısını arıyor. Önünden gelip geçiyor insanlar, aldırış etmeden onun gözlerindeki çığlıklarına. Tıpkı hayatından geçip giden insanlar gibi. İnsanlar fark etmiyor bu çığlıkları belki, fark edenlerse değiştirmiyor adımlarını ve yolunu. Yalnızlığın şiirinde şaire kalan yine yalnızlık ve umutsuzluk oluyor.
Banktan kalkıp adımlarına kaldığı yerden devam ediyor. Bu yolun bir sonu olacak bir gün. O minnacık yüreği, bu kocaman dünyanın, bu hengamenin bomboş gürültüsünü kaldıramayacak bir gün. Yağmur hafif bir çisentiyle onun siyah kumral saçlarını okşamaya başladı. Artık düşüncelerine eşlik eden yağmur damlaları var; bulutların yalnızlara armağanı gibi yağan.
''en yakın yabancı sendin
daha sürülmemişken ışığın biberi
yaramıza
yaslanırken boşlukta duran bir merdivene
henüz
...
güzdü sonsuz bir çöle takılan bakışımız
ilkyaz derken kışı gözden kaçıran
yüzlerce eller yukarı, saygı duruşlarımız
en güçsüz kollarla
çözüldü aşkın zarif ilmeği
bulandı aynalar duruluğu
çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda
bilmedik
çekenin yanlış bir uzaklık olduğunu
yabancıların en yakınıydın sen! ''
Yağmurun insanın aklına estirdiği düşünceler vardır. Özellikle duygusal bir insanın aklı ve ruhu, yağmurla bir başka boyuta geçer ve o boyutun hisleriyle şekillenir. İşte bu hislerle şekilleniyor yağmurla birlikte yürüyen kadın, bakışsız dansların ve koşulsuz sevmelerin kurbanı kadın. Şimdi bir köprünün ıslak korkuluklarına dirseklerini dayamış, yağmurun yağışını ve denizin maviliğini seyre dalmış bir halde yalnızlığının türküsünü söyler durur. Yine kafasındaki düşüncelerin işgaliyle gözlerindeki yaşlara karışıyor yağmur. Herkesin birbirine yabancı olduğu bir çağda, bir yabancıyı ruhuna yakın hissetmiş ve bunun yanılgısı, onun küçücük kalbini sancılarla yoklar ve vurur.
ey iki adımlık yerküre!
senin bütün arka bahçelerini gördüm ben.
Hiçbir anlamı yoktur artık ne geride kalan, inanılan ve güvenilen şeylerin; ne de yağan yağmurun. O, iki adımlık bu dünyaya veda ederken, önüne geçemez artık içinde kopan fırtınaları dindirme arzusunun. Şimdi ölüm her şeyi nihayete erdirecek ve bütün bu yalnızlığın ve karanlığın ötesinde bir ruhu, köprünün altında, masmavi denizin derinliklerinde diriltecek.
İşte bittikten sonra her sahnesi hafızamızda tekrar canlanan film, işte bir şiirin sinematografisi.
Hoşça kal dünya.
Soundtrack
Bazı filmler vardır, izledikten sonra filmin outro ekranına öylece bakıp kapanış soundtrackine dalıp gittiğimiz. Film çoktan bitmiştir ama kafamızın içinde çoktan başa sarıp bütün sahneleri tekrar canlandırmışızdır. Bazı şiirler de vardır, okuduğumuz vakit bir tabloymuşçasına zihnimizde beliren manzaralar sunar bize. 19. yüzyılın ortaları ve sonlarında Fransızlar bunu çok iyi yaptı ve bütün Avrupa'ya bu ekolü yaydılar. Bizde de ilk örneklerden en şöhretlisi Cenab Şehabettin'den Elhan-ı Şita şiiriydi. Şairin kar tanelerini tasvir ederken kullandığı kelimeler ve benzetmeler, müzikal bir altyapıyla oluşturduğu şiir biçemi bütünüyle canlı bir manzara hükmündeydi. Ancak ben bugün bir tablo veyahut bir manzaradan ziyade, bir şiirin sinematik akışını ele alacağım. İkisi arasındaki farklardan en temeli ve önemlisi, statik ve kendini tekrarlayan bir manzaradan ziyade, betimlenen sahnelerin art arda dizildiği bir filmin akıcılığı diyebilirim. Tabii şairlerin bu şiirleri yazarken böyle bir amaç gütmediğini söylemekte yarar var, zira en başta da belirttiğim gibi şu an bu perspektifi tükenmez bir can sıkıntısına sunuyorum. Öyleyse hadi Nilgün Marmara'dan Yalnızlık şiirine sinematografik bir bakış atalım.
Çok yalnızım, mutsuzum
göründüğüm gibi değilim aslında
karanlıklarda kaybolmuşum
... bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır
aradıkça batıyorum karanlık kuyulara
kimse duymuyor çığlıklarımı
duyan aldırış etmiyor
çekip kurtarmak istemiyor
bense insanların bu ilgisizliği karşısında ilgiye susamışım
ümidimi yitirmişim
biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim
arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye
veda edeceğim...
İşte gencecik yaşında intiharı seçen Nilgün Marmara'nın hissiyatından birkaç fotoğraf karesi. Ağır ve umutsuz bir Nuri Bilge Ceylan filmi gibi bir girişe sahip Yalnızlık şiirinde, bir kadını (filmdeki karakterimizi), dünyaya sırtını çevirmiş, yalnızlığın ve kederin diyarında umutsuzca yürürken görüyoruz. Film, karakterimizin öne eğik başı ve yavaş adımlarıyla başlıyor. Mutsuzluğun adımlarıyla... Gökyüzü, nazlı ve koyu gri bulutlarla örtülü hafif karanlık, aylardan Ekim ve yağmur ha yağdı ha yağacak. Üzerinde bordo paltosuyla, elleri palto ceplerinde yumruk halinde, gözleri küçücük ayak uçlarına ilişmiş düşünceli bir halde yürüyen kadın.
-'göründüğüm gibi değilim aslında' derken, kalabalık cemiyetler içinde veyahut dostlarıyla birlikteyken esasen onlardan ne kadar uzak olduğunu, ne denli farklı bir ruh haline sahip olduğunu dalıp giden gözleriyle anlatan kadın. Onun buğulu gözlerinde gördüğümüz şey bu dünyaya ait olamama hissi. Uzun soluklu bir yürüyüş ve arayışın umutsuzlukla nihayete ermesiyle, bir gün bütün bu arayışa son vereceğini söylüyor kendi kendine. Yürüyüşüne bir son verip bütün bu varoluşu düşünmek için boş ve kimsesiz bir banka yanaşıyor. Şimdi o bankta oturmuş, gözleriyle bir umudun parıltısını arıyor. Önünden gelip geçiyor insanlar, aldırış etmeden onun gözlerindeki çığlıklarına. Tıpkı hayatından geçip giden insanlar gibi. İnsanlar fark etmiyor bu çığlıkları belki, fark edenlerse değiştirmiyor adımlarını ve yolunu. Yalnızlığın şiirinde şaire kalan yine yalnızlık ve umutsuzluk oluyor.
Banktan kalkıp adımlarına kaldığı yerden devam ediyor. Bu yolun bir sonu olacak bir gün. O minnacık yüreği, bu kocaman dünyanın, bu hengamenin bomboş gürültüsünü kaldıramayacak bir gün. Yağmur hafif bir çisentiyle onun siyah kumral saçlarını okşamaya başladı. Artık düşüncelerine eşlik eden yağmur damlaları var; bulutların yalnızlara armağanı gibi yağan.
''en yakın yabancı sendin
daha sürülmemişken ışığın biberi
yaramıza
yaslanırken boşlukta duran bir merdivene
henüz
...
güzdü sonsuz bir çöle takılan bakışımız
ilkyaz derken kışı gözden kaçıran
yüzlerce eller yukarı, saygı duruşlarımız
en güçsüz kollarla
çözüldü aşkın zarif ilmeği
bulandı aynalar duruluğu
çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda
bilmedik
çekenin yanlış bir uzaklık olduğunu
yabancıların en yakınıydın sen! ''
Yağmurun insanın aklına estirdiği düşünceler vardır. Özellikle duygusal bir insanın aklı ve ruhu, yağmurla bir başka boyuta geçer ve o boyutun hisleriyle şekillenir. İşte bu hislerle şekilleniyor yağmurla birlikte yürüyen kadın, bakışsız dansların ve koşulsuz sevmelerin kurbanı kadın. Şimdi bir köprünün ıslak korkuluklarına dirseklerini dayamış, yağmurun yağışını ve denizin maviliğini seyre dalmış bir halde yalnızlığının türküsünü söyler durur. Yine kafasındaki düşüncelerin işgaliyle gözlerindeki yaşlara karışıyor yağmur. Herkesin birbirine yabancı olduğu bir çağda, bir yabancıyı ruhuna yakın hissetmiş ve bunun yanılgısı, onun küçücük kalbini sancılarla yoklar ve vurur.
ey iki adımlık yerküre!
senin bütün arka bahçelerini gördüm ben.
Hiçbir anlamı yoktur artık ne geride kalan, inanılan ve güvenilen şeylerin; ne de yağan yağmurun. O, iki adımlık bu dünyaya veda ederken, önüne geçemez artık içinde kopan fırtınaları dindirme arzusunun. Şimdi ölüm her şeyi nihayete erdirecek ve bütün bu yalnızlığın ve karanlığın ötesinde bir ruhu, köprünün altında, masmavi denizin derinliklerinde diriltecek.
İşte bittikten sonra her sahnesi hafızamızda tekrar canlanan film, işte bir şiirin sinematografisi.
Hoşça kal dünya.
Soundtrack

Yorumlar
Yorum Gönder