Kendimle Sohbet III

Bana sonbaharın serin akşamlarını hatırlatan yağmurlu ve sessiz bir Mayıs akşamından yazıyorum bu mektubu. Takvim ileri sardıkça ben geri gidiyorum seneler içinden. Çünkü güzelliğin herkesçe bilinmeyen gizleri ve mes'ut ruhum geçmişte kalıyor günden güne.
Edebiyatın şiirselliğine dalıp gidiyorum bu alemden yitip. Felsefi ve düşünsel bir kaygıyla varoluşçu ruhumun yokluğunu irdelerken buluyorum kendimi bazen. Her şeyi elde etmiş bir yazarın, ruhunda yerini bir türlü doldurmadığı boşluğa dayanamayıp intihar etmesini düşünüyorum bazen de. Neydi o boşluğun bu denli derin ve bitimsiz bir huzursuzluğa sürüklediği? Nedendi Hesse, Pavese ve Yesenin'in içine düştüğü bu kesif boşluğun bitimsizliği?

Yağmur, gökyüzünü yere indiriyor aheste düşen damlarlarla. Ve siliniyor her bir yüz damlalar arasında. Melankolik bir Béla Tarr filmi için tüm koşullar hazır. Filmde hüznün kendisi oluyor ruhum yağmurların altında. Bitmeyen ağır bir siyah beyaz filmin dram yüklü sekansları gibi yürümek; ıslak ve sessiz, kimsesiz bu sonsuz yol boyunca.

Düşünmenin kahreden bir yanı vardır bazen. Düşündükçe içinde bulunduğun zamanı değiştiremeyip koşulları iyileştiremediğin zamanlar hani. Yine de düşünmekten alamazsın ya kendini, işte yaşamak denilen şey bu aslında. Düşünmekten vazgeçmeyip düşsel bir dünyada yaşamak ne kadar kötüyse, düşünmeyi bir kenara bırakmak da bir o kadar.
Geceler, keder yüklü bir ruhun gökyüzüne dalıp gittiği anlar oluyor. Orada, yapayalnız bir halde bütün kaygıların ve huzursuzluğun yaşandığı sessiz bir alem. Rilke'e göre "kalabalıklar için yaratılmamıştır geceler". Bu durumda geceler için yaratılmıştır yalnızlıklar. Gün ortasında güneşin aydınlattığı kalabalıklar içine gizlenen ve gecenin mükedder saatlerinde ortaya çıkan derin yalnızlıklar. İşte, kahreden düşüncelerin vuku bulduğu anlar. Ve yine Rilke, öğütler "yalnızlığımızı sevmemizi".

Günlerim o denli boş geçiyor ki bundan derin bir ıstırap ve pişmanlık duyuyorum. Ve ne yaparsam yapayım o günümün dolu geçtiğine kendimi ikna edemiyorum. Bütünüyle her şeyi boş vermiş değilim. Ama hiçbir şeye de sımsıkı sarılamıyorum. Yoruyor beni insanların görüntüsü. Eskiden böylesine renkli ve yorucu değildi bu dünya. Sartre gibi önce hayatı sorguluyorum, "yaşamaya değer mi" diye. Sonra ise yine Sartre gibi, "sanki ölümsüzmüşüm gibi her şeyi çok ciddiye aldığımı düşünüyorum". İşte bu iki veciz düşünce arasında bir hayat yaşamak hakikaten zor geliyor.

Yağmur, en hüzzam nağmeleriyle karanlık gökyüzünü ruhuma serpmeye devam ediyor. İçimde bu yağmurların büyüttüğü bir keder var, kalbimden zihnime dek bütün benliğimi saran.



Yorumlar

Küllenenler

Sen Olsaydın

Gençlik ve Güzellik - Kısım I

Mübeccel