Yalnızlık Döngüsü


Kanatlarım olsaydı uçmak için sahip olmam gereken içgüdüleri, kanat gerdiğim birileri kesinlikle yok ederdi. ‘’ Hatalardan ders alıp sınıfta kalmak’’ diye bir şey olmasaydı ben icat ederdim.
Bir ara sükunetin ve yalnızlığın tatlı sularında kulaç atarken, yanlış bir zamanda, var olmaması gereken bir yerde kırık dökük bir sandalın sahibi tarafından kulaç atmaya bir son vermeye davet edildim. Daveti usulca ve asilce reddetmek şöyle dursun, senelerdir bu anı bekliyormuşçasına zarafetten uzak bir hamleyle yorgun bedenimi sandala fütursuzca yanladım. Bu sabah, kritik bir beyin ameliyatına çağırılan, makası ve mezurası elinde bir terzi gibi uyandım. Ne olan bitenden haberim var ne bulunduğum yerin benimle ilgisinden. Zaten bu sandalda olmak da tamamen bu dünyaya ilgisizliğimden.

Zaman, ruh ile bedeni yarıştıran sadist bir hükmedicidir. Ruhum ise, bu zamanın krallığında isyankâr bir şövalye. Oysa kronolojik bir flashback sergüzeştinde, bedenimin ruhuma üstünlüğünü izlemek hüzün veriyor şimdilerde.

İnsanları anlamanın bir olanağı varsa, bu olanağın yarattığı ihtimaller kalpleri tanımaktan ibarettir. Ama kalpleri tanımanın bir olanağı yok. Bu durumda kargaşayla bezenmiş bir paradoksun içinde birbirimizi anlayamadan, yalnızca birbirimizin görüntüden ibaret tavırlarına aldanarak yaşam sözleşmesini kabul etmiş oluyoruz ezelden. Islak imzalar parlıyor kefenlerimizde.

Zaman diyordum, sadist olduğu kadar merhametlidir de. Seneleri zarif bir karaftan yumuşak bir şarap gibi içip ölmeyi unuttuğumuzda, bizi ölüme başka ne götürebilirdi? Ölmek de gerek bir gün. Bir süre sonra bu sürünceme dayanabilecek kuvvet ve metaneti ne mevsimler bahşeder insana ne de bir başka insan. Hem o’nu anladığımızı düşünsek bile.

Ve şimdi yalnızlığın ve sükunetin suları, içinde bulunduğum sandalın dışında artık. Bir bakıma diyebilirim ki bu sandaldan önceki hayatımı ardımda bıraktım.

İçimde coşkun bir duygu seli çarpık bir kenti yerle bir ediyor. Hislerim bir çığ gibi büyüyüp Alplerden tüm heybetiyle dökülüyor tundraların çorak topraklarına. Ruhumdaki titreyişler Asya’yı sallıyor, bir tsunami tufanı kopup götürüyor fikriyatımı uzaklara. Güneş, kış uykusundan yeni uyanmış gibi canlı ve parlak bir doğuş sergiliyor doğudan ve aydınlatıyor aynı düzlemde hem doğuyu hem batıyı. İşte sandalda yol aldığım her dakika yaşadıklarım böyle yankı buluyor dünyanın öte diyarlarında. İnsan, her ânı duygularından müteşekkil bir zamanda mantıktan münezzeh olabiliyor. Fakat kurak ve kavruk bir çöle kendi irademizle gittiğimizde, bulutsuzluktan şikâyet etmeye de hakkımız olmuyor.

Ağırlaşan gözlerimdeki uykuyu, rotanın belirsizliği bölmedi hiç. Bir sandalda huzuru bulduğunuzda dışarıdaki su, kalbinizi eriten bir asitten farksız oluyor. Eriyen bir kalbin ruhsal ve fiziksel tepkimelere girmesini bekleyemeyiz.

Sonra…

Bir rüyadan uyanıyorum. Sandal, göğsümde büyüyen dev dalgalarda kaybolmuş, depremler yıkıma devam etmiş; ruhum zamanın krallığına boyun eğmişti. Yüzümdeki ifade tatminsiz bir ressamın son fırça darbesiyle şekillenmiş, yalnızlığın ve sükunetin suları, göğsümden boynuma denk düşen kenti yine esir almıştı.

Yalnızlık, beni biraz daha yalnız bıraksaydı esefle teessüf ederdim. Yalnızlığa muktedir bedenimi ve aldanmaya müptela ruhumu, gayet mücella bir deyişle teskin eyledim…

‘’Uçurumun kenarında incecik bir dala tutunmak’’ diye bir şey olmasaydı ben icat ederdim.



Yorumlar

Küllenenler

Sen Olsaydın

Gençlik ve Güzellik - Kısım I

Mübeccel